600 küsür sene dünyanın en büyük imparatorluklarından biri olmuş Osmanlıyı ne doğru düzgün tanıyoruz ne de tanımlayabiliyoruz. Bu konudaki algılar ve tartışmaların sığlığı gerçekten üzücü seviyede.
Kimi, aslında tam olarak ne istediğini bilmez şekilde, o yıllara ve monarşik düzene geri dönme çığırtkanlıkları yapıyor. Hatta mevcut iktidar partisi liderini padişah olarak görenler veya görmek isteyenler var. Kimi Osmanlı imparatorluğunu İslam ile özdeşleştiriyor. Osmanlının İslam bayrağını taşıdığını, uzun yıllar İslamın egemen olmasını sağladığını düşünüyor. Osmanlı devletinin padişahlarının Müslüman kimliklerine vurgu yaparak Osmanlıyı din üzerinden yorumluyor. Kimi 12. Yüzyıl ve sonrasındaki 500 yılda elde edilen başarılara özlem duyuyor ve geçmiş mitleri ile övünmeye ve oyalanmaya devam ediyor. Osmanlıyı Türklük ile özdeşleştirenler ve “Büyük Türk Devleti” olarak görenler de var.
Bunların yanında ondan nefretle bahsedenler, inkar edenler, onu son 50 yılı ile yargılayanlar da mevcut. Osmanlı ile ilgili sığ, cahil fikirlerden ve yanlı yorumlardan arınmış gerçek bilgiler bulmak kolay değil. Osmanlıyı tanımak, onu okumak ve değer sistemimizde doğru yere yerleştirmek için çıkıyoruz bu gün sefere. Rüzgarımız bol ola…
“Ver mehteri” güruhundan Atatürk’ün Osmanlı devletini yıkıp yerine Türkiye Cumhuriyetini kurduğunu düşünenlere kadar çok geniş bir skalada yorumlanıyor Osmanlı devleti. Hakkında, yanmasaydı İskenderiye kütüphanesini dolduracak kadar kitap, belge, doküman mevcut.
Peki 600 yıllık Osmanlı devleti hakkında gerçek olan nedir?
Bence vurgulamamız gereken ilk gerçek Osmanlının büyük bir “Devlet” olduğudur. Devlet, kendi teşkilat sistemi, ekonomisi, askeri gücü, eğitim sistemi ve hakim olduğu topraklarla bağımsız bir yapıdır ve Osmanlı tarihte kurulmuş en uzun süreli ve en güçlü yapılardan birini kurmayı başarmıştır. Ancak sorun bu sistemi bir ırk ile ya da bir din ile tanımlamaya kalktığınızda ortaya çıkar. Çünkü bu büyüklükteki imparatorluklar kuruluşunu gerçekleştiren saf ırk ve dinden çok uzaklara gider, onların üzerinde bir yapı oluşturur. Tam olarak süreci anlatmak için Türklerin en eski devletlerinden başlamak, “Müslüman Türk devleti” olarak adlandırılan ilk devletten, Samanoğullarından bahsetmek ve ondan sonra Selçuklu, Bizans, Anadolu’daki parçalı devletçikler ve bu ortamda filizlenen ve büyüyen Osmanlıya kadar gelmek gerekir. Bu kadar detaya girmeyeceğiz ama olayları anlamak, öncesi ve sonrasıyla süreçleri bilmek ve birbiri ile ilişkilerini yorumlamaktan geçer.
Din ve Devlet
Şimdi kendimize soralım; bir devletin ırkı ve dini neden tanımlamanın bir parçasıdır? Neden biz Hristiyan Roma imparatorluğu, Ortodoks Roma – Cermen İmparatorluğu, Atesit Japon imparatorluğu ya da Budist Çin hanedanlığı filan demeyiz ama Samanoğulları ve sonrasını hep “Müslüman Türk Devleti” şeklinde tanımlarız?
Kurulan devletin Müslüman olması, dini bir kenara bırakırsak, devlet yapısı, teşkilatlanma, ekonomi, savaş sanatları, bilim gibi konularda bir avantaj ya da dezavantaj sağlar mı?
Herhangi bir dinin devletleşme iddiası var mıdır? Hz. Muhammed bir Müslüman devleti kurmaya çalışmış mıdır? Din, sizin devlet kuruluşunuzla ya da onun teşkilat yapılanması ile ilgilenir mi? Devletlerin dini olur mu?
Gerçek şu ki; olmaz!
Dinin devletle, yapılanmalarla, teşkilatlarla, yönetim şekilleri ile bir işi yoktur. Din, insanı şekillendirmek ve doğru yola iletmek görevini üstlenir. İnsanın kendisi ile, çevresi ile, dünya ile, evren ile ilişkilerini doğru temellere oturtmak ve ona – Kur’an’ın “takva” olarak ifade ettiği – sorumluluk bilincini ve insan olma ahlakını kazandırmak amacı vardır.
Tarih boyunca kendisini “din” ile ifade etmiş tüm devletlerde / imparatorluklarda din, yöneten kişinin ya da kesimin hizmetinde kullanılmıştır. Dini olma maskesi altında yapılan savaşların, fetihlerin, cinayetlerin, eziyetlerin özünde dinle hiçbir alakası yoktur. Kur’an Müslümanlığı insanın bir sıfatı olarak kullanır. Bu sıfatlı bir devlet kurun ve onu yayma görevi üstlenin, alın elinize kılıcı her yeri fethedin demez. Müslümanlık “kafir” devletler fethedilerek değil, “kafir” gönüller fethedilerek yayılır. Bunun aksi, din kisvesi altında yayılmacı bir devlet politikası gütmek, gücünü başka devletleri hakimiyet altına almak için kullanmak, başka bölgelerdeki zenginliklerin ve kaynakların fethi için savaşmak demektir. Bu devletlerin işidir, böyle yaparlar, ama bunu din için yaptıklarını söylediklerinde inanmayın. Din ile bunların hiçbir bağlantısı olamaz.
Siyasal üstünlüklerini kaybedip ciddi bir Türk tehdidi altında kaldıklarında Avrupa’daki devletler de hamle yapmak zorunda kaldılar. Karşılarında hiçbirinin tek başına meydan okuyamayacağı güçte bir düşman vardı. İpek yolu ile bağlantılarını kesmiş, Akdeniz’i büyük ölçüde ele geçirmiş ve onların hem ülkeleri içerisindeki otoritelerini hem de ekonomik çıkarlarını bozan bir güç. Avrupa fakirdi ve onlar İslam dünyasındaki zenginlikleri istiyorlardı. Ne yaptılar dersiniz? Dini çıkarlarına alet ettiler. Papa Tanrının kendisi ile konuştuğunu, İsa’nın özel olarak rica ettiğini, Hristiyanlığı yaymak ve kafir Müslümanları yok edip Kudüs’e gitmek gibi çok onurlu, çok ulvi bir görevleri olduğunu, buna katılan her Hristiyan’ın Tanrı tarafından cennet ile ödüllendirileceğini söyledi. Binlerce cahil Avrupalıyı kandırıp yıllar süren Haçlı seferlerini başlatmış oldular.
Osmanlı devletinin de Müslüman olduğunu iddia ediyoruz. Peki söyleyin bana, İslamiyette harem uygulaması caiz midir? İslam ahlakında herhangi bir makamın babadan oğula geçmesi mümkün müdür? İslama göre soyluluk, yönetme erki, aileden mi gelir? İslamda özel bir aile, zümre, topluluk olabilir mi? İslama göre din adına savaş başlatmak diye bir şey olabilir mi? Osmanlı’da padişaha bir şey yazmadan önce ya da onun bir fermanını okumadan önce çok uzun bir üstün sıfatlar ve övgüler metnini okumanız gerekirdi. Bir insanı böyle ilahlaştırmak, methiyeler düzmek “Bütün övgüler Allah’a aittir” diye başlayan Kur’an ahlakına sığar mı? İslamiyeti bize tebliğ eden güzel insan Muhammed, bir mecliste bulunduğunda oraya gelen birisi; “ben peygamber ile görüşmeye geldim, hanginiz Muhammet’siniz?” diye sormak zorunda kalmıştı. O, o kadar gösterişsiz, o kadar diğerleri gibi, o kadar içlerindeydi yani.
Roma imparatorluğu Hristiyan mıydı? İsa peygamberin getirdiği bozulmamış saf Hristiyanlıktan bahsediyorum elbette.
İmparatorluklar, doğru şartlar oluştuğunda, büyük liderler tarafından yönetildiklerinde büyür ve gelişirler. Çevrelerinden askeri olarak, ekonomik olarak çok daha güçlü olduklarında saldırıp ele geçirmeye başlarlar. Bu 5000 yıl önce de böyleydi, bugün de böyle. Bu bir anlamda gücün cezbedici saptırmasıdır ve din, bırakın bunu desteklemeyi karşısında durur.
İktidarı ele geçiren zümre, ister papalık olsun ister Çin’deki gibi hanedanlık, bunu sürekli sürdürmeyi ve başka kimseye vermemeyi diler. O yüzden ya soylu oldukları yalanını, ya kutsal oldukları yalanını ya da Hindistan’daki gibi Tanrı isteği ile üstün bir sınıf oldukları yalanını söylerler. Böylece nesillerce üst tabakada kalmayı ve kaymak kısmını yemeyi arzularlar. Bu da tarih boyunca değişmemiş bir gerçektir ve gayet normaldir. Normaldir ama dini değildir.
Osmanlı padişahlarının bazılarının “dindar” olması, bazılarının içki ve sefahat düşkünü olması, bazılarının daha çocuk, bazılarının deli olması mümkündür. Bunlar kişisel özelliklerdir ve bir ailenin nesiller boyu her ferdinin bir Fatih, bir Süleyman, bir Ertuğrul olmasını beklemek saflıktır. Taht konusunda rekabet olmasın, zaaf yaşanmasın diye bir sürü cana kıyılması olayına hiç girmiyorum bile.
Bunları eleştirmiyorum. Devlet kültürü, iktidar savaşları, siyasi çekişmeler, devletlerarası hukuk, savaşlar çağlar boyunca çok benzerdir ve gayet normaldir. Osmanlının da diğer büyük devletlerin de belirli ve çok başarılı sistemler kurduğu ve işlettiği de çok açıktır. Bizim algımızı bozan bunları çarpık şekilde din ile özdeşleştirmeye çalışmaktır.
Özetle herhangi bir çağdaki herhangi bir devlet bir din ile tanımlanamaz. Laiklik ilkesi, devletlerin dini olmaz, din ve devlet işleri ayrılmalıdır der ya, ben öyle demiyorum. Diyorum ki dinlerin bir devleti olmaz. Özde ve ana metinde zaten tüm dinler (kitabı olan tek tanrılı dinler) aynıdır. Farklı kurallar, hükümler getirmemişlerdir. Kur’an, kendi ifadesi ile, yeni olan hiçbir şey söylemediğini, öncekileri tekrar ve tasdik ettiğini açıkça ifade eder zaten. Dinlerin devleti olmaz çünkü dinlerin insanlara geliş amacı, dinin insan hayatının bir parçası olmasının hikmeti devlet ile alakalı değildir.
Devlette “dini” olan her şey maalesef dine değil hükümdara hizmet etmek için kullanılır. Bu sayede kitleler etki alanına alınır, motive edilir, ölüme gitmeleri sağlanır. Osmanlıda nesilden nesile geçen halifelik makamı da çarpıktır ve amacı dine hizmet değil bu sayede Müslüman coğrafyada nüfuz ve hakimiyettir. Zira biz, örnek aldığımız peygamberden, kendisinden sonra Müslümanlara önderlik etmek için birini dikte etmediğini biliyoruz. Sonrasındaki halifelerin de bir aileye mensup olmadığını, yöneticiliğin o zamanın şartlarına göre mümkün mertebe o makama layık olma esasına göre belirlendiğini de biliyoruz. Kur’an’ın; “Her işi ehline verin” ayeti de, üstünlüğün takvada olduğunu, bir sınıf veya zümrenin üstün olmayacağını söyleyen ayetleri de kapı gibi karşımızda duruyor. Ama dini en pis ve aşağılık şekilde bozan, çıkarlarına alet olarak kullanan ve bunda hiçbir ahlaki sınır tanımayan Emeviler zamanında babadan oğula geçmeye başlayan halifelik, işte o an özde yok olmuş, Kur’an’ın yolundan ve Allah’ın emrinden saptırılmış olmasına rağmen yüzlerce yıl o şekilde devam ettirildi.
Din, bir devletin, bireye saygı kapsamında desteklediği, insanların inanç özgürlüğüne saygı duyularak beslendiği ve korunduğu bir inanç sistemidir. Osmanlı devletinde de her dine saygı duyulmuş ve özgürce ibadetleri desteklenmiştir.
Irk ve Devlet
Peki devlet yapılanmasında milliyetin, ırkın bir vasfı var mıdır? Buna bir süreliğine evet derim ben. Zira millet olmayı başarmış topluluklar devlet kurar. Bunlar geçmişte çoğunlukla aynı ırka mensup ve bu nedenle aralarında bir bağ kurmuş topluluklar tarafından yapılmıştır. Ancak bu şart değildir. Farklı ırklardan oluşsalar da millet olarak bir araya gelmiş ve başka bağlarla tek vücut olmuş her topluluk bunu yapabilir.
O halde ırk devlet yapısında mutlak şart değildir ama millet olmak, bir amaç için bir arada duran birbirine muhtelif bağlarla bağlı insanlardan oluşmak mutlak bir şarttır. Türkler tarih boyunca pek çok devlet kurmuş ve son olarak Osmanlı imparatorluğunun da temellerini atmıştır.
Ama Osmanlı zaman içinde öyle büyümüş ve genişlemiştir ki, bir noktadan sonra artık sadece Türk devletidir demek mümkün değildir. Devşirmeler, padişahların yabancı kadınlarla evlenmeleri, fethedilen topraklarda yaşayan milletler ortaya çok uluslu bir süper güç çıkarmıştır. Bir övünç kaynağı olarak fıtratındaki ahlak nedeni ile Osmanlı asla bir asimilasyon ve zulüm de yapmadığı için tüm bu milletler kendi kimlikleri ile Osmanlıda var olma imkanı bulmuştur.
Özet
Öyle ise 600 yıldan uzun süren bu muhteşem imparatorluk düzenini ne Müslüman ne de Türk devleti sıfatları ile sınırlamak mümkün değildir. Osmanlıyı bunlarla okumak, geçmişe ait mitolojik süper kahraman masalları ile uyutulmak, fetihleri bir din hizmeti sanmak bizi yanlış algılara, bozuk inanışlara ve sonuç olarak üzerine bir şey koyamadığımız ve tecrübesi ve birikiminden de faydalanamadığımız koskoca bir tarihle baş başa kalmaya itmektedir. Köklerini doğru okumayan ağaç da maalesef cılız kalmakta ve başka ağaçların gölgesinde durmaya zorlanmaktadır.
Osmanlı devleti bir devlettir ve doğası gereği yapması gerekenleri yapmıştır. Siyasi fırsatlardan yararlanmış, güçlü ordular kurmuş, çağının bilimsel önderi haline gelmiştir. Doğru ahlak ve bilim ile yetiştirilmiş büyük liderler çıkardığı zamanlarda büyümüş ve genişlemiş, çapsız, ahlaksız, cahil liderlerin eline geçtiği zamanlarda zayıflamıştır. Bilime önem verip çağının lideri olduğu zamanlarda altın dönemini yaşamış, bilimsel olarak çağ dışı kalmaya başladığı anda da çöküş sürecine girmiştir.
Osmanlı ile en çok özdeşleşen ve adından en çok övgü ile bahsedilen padişah Fatih Sultan Mehmet’tir ve İstanbul’u fethederek çağının en büyük başarısına da imza atmıştır. Ama onu asıl başarılı yapan şeylerden nadiren bahsedilir. Çünkü bizde ilahlaştırma, aşırı övme ve süper kahramanlık sıfatları koyma hastalığı var. Fatihi Fatih yapan ilimdir, zekadır. 19 yaşında iken 6 dil bilen bir zekadan bahsediyoruz. Öğrenmeye aç, top ustaları ile birlikte matematik hesapları yapan, onlarla döküm problemlerini tartışan, zamanının tüm bilim dallarında eğitim almış, ayrıca felsefe ve Yunan edebiyatı okumuş bir adamdan söz ediyoruz. (Bu Aristoların, Sokrateslerin yaşadığı antik yunan düşünme sisteminin de garip bir özelliği var; hangi devlet onlara önem verip tercüme ettirdiyse, bilimsel düşünce ve düşünme felsefesinin temeline onları koyduysa bilimsel bir patlama çağı yaşamış. Müslümanların bilimsel altın çağında da aynı durum söz konusudur. )
Üstün ve derin bir bilimsel eğitim, bunu destekleyen felsefe eğitimi ve ahlaki yapıyı oluşturan doğru bir dini eğitim ile zeka. İşte muhteşem karışım bu. Bu karışımdan neyi eksik koyarsanız ona göre bir bozukluk oluyor. Bu karışımı doğru yaptığı zamanlarda muhteşem Osmanlı devleti, yapamadığı zamanlarda ise hasta Osmanlı olmuş. İşte bakılması gereken açı bana göre budur. Alınması gereken ders de buradadır, uygulanması gereken formül de.
600 yıl sürecek sağlamlıkta teşkilatlar, yapılanmalar kurmuş, çok değerli bilim adamları ve yöneticiler çıkarmış ama en sonunda yine Allah’ın kaderinin, kodlamasının sonucu olarak nihayete kavuşmuş bu büyük imparatorluk bize atalarımızın mirasıdır. İyi birçok yanı olduğu gibi kötü birçok yanı da vardır. Hepsinin de başımızın üzerinde yeri vardır. Yeter ki biz doğru bir bilinç ile değerlendirelim ve tarihi doğru okuyalım.