Murat Turan/ Haziran 15, 2016

“- Arkadaşlar, şunların bunların yapılması lazımdı yapılmamış.
 –  Kaç kere söylememize rağmen hala doğru düzgün olmuyor bu işler.
 –  Filanca işini doğru düzgün yapmadığı için yine aynı problemi yaşıyoruz.”

Size bunları söylediğimde beyninizin nasıl şekillendiğini biliyor musunuz?

Ben size aslında; “sen birşey bilmiyorsun, bense çok iyi biliyorum. Dinle de birşeyler öğren” dedim, ya da doğrudan eksikliğinize ve beceriksizliğinize atıfta bulundum. Sizin beyniniz ise savunma pozisyonuna geçti ve hafif bir merakla “anlat da görelim” demeye başladı. Bir yandan da söylediklerimde açık bulmaya, mantıksızlık aramaya ya da zaten bildiğinizi anlatmaya odaklandınız.

Fabrikada müzmin bazı sorunlar var diyelim. Mesela istenen seviyede kalite algısı yok. İstenen seviyede temizlik yok, evrak işleri, MRP girişleri ya da üretim performansı istenilen seviyede değil. Siz de amirsiniz.


İndiniz sahaya, topladınız adamları, “şu şöyle olmalı, bu böyle olmalı, şunu kaç kere demedim mi böyle olmalı” dediniz. Hatta, “eşek herifler birşeyi doğru düzgün yapamıyorsunuz” diye bir güzel de fırçaladınız.

Karşınızaki adamların beyninde neler oluyor biliyor musunuz?

Adamlar aslında dediklerinizi hiç dinlemiyorlar. Akılları fırça attığınız konuların aslında onların bireysel suçu olmadığı ve birçok problemin yan ürünü olduğunu kendilerine anlatmakla meşgul. Hiçbiri söylediklerinizi direk üzerine almıyor ve daha siz konuşurken beyinleri o işin kendileri dışında onlarca hatalı iş yüzünden düzgün gitmediği ile ilgili yüzlerce mazeret- kanıt üretmekle meşgul. Dışarıdan fırça yeseler de akılları içeride kendi itibarlarını korumaya çalışıyor. Hepsi ilk fırsatta ortamdan kaçmak derdinde ve hiçbiri sorunların kalıcı olarak çözülebileceğine inanmıyor.

Bu yukarıdaki tavırların yüzlercesini, binlercesini hem gördüm, hem yaşadım hem de yaptım. Ama bunların sonucunda bir ilerleme kaydedildiğini ya da işlerin düzeldiğini görmedim. Bazen tehdit büyükse geçici göstermelik toparlanmalar oldu ama çok kısa sürede herşey eski haline geri döndü.

O zaman iki kere neden diye sormamız gerekiyor…

Neden sistemler böyle fırça atılması zorunlu hale geliyorlar ve neden sorumlular hiçbir sonuç almadıkları ve alamayacakları yöntemi uygulamaya devam ediyorlar?

Bu aralar kafayı bu iki soruya taktım. Çünkü her ikisinin de kökünü bulmak ve çözüm geliştirmek gereken bir koltukta oturuyorum. Ama kafayı takmamın sebebi koltuk değil aslında. Zira buna kafa yormadan da bu koltukta uzun süre oturabilirim.

Benimle cevapları arama yolculuğuna çıkmak isterseniz, buyrun lütfen;

Alexander Pope şöyle demiş : “Birine birşey öğretirken öğretiyor gibi davranmayın. Bilmediğini değil, unuttuğunu varsayın.”

Lord Cherterfield ise : “Olabiliyorsan diğer insanlardan daha akıllı ol ama sakın bunu onlara söyleme” diyerek akıl vermiş oğluna.

Biz yöneticiler, isteyerek ya da farkında bile olmadan; “diğer insanlardan daha akıllı olan ve işlerin nasıl yapılması gerektiğini bilen bizler ile aptal, ahmak ya da sorumsuz oldukları için işlerini adam gibi yapmayanlar” ayrımına izin veriyoruz aklımızda. Hem de gerçek hiç ama hiç böyle olmadığı halde. Her sözümüz akıl verir şekilde, her isteğimiz buyruklar ve talimatlar içeriyor. Sürekli açık kollamak, bu açıkları insanların yüzüne vurmak ve onları yetersiz hissettirmekle meşgulüz. İşte aradığımız cevapların en can alıcı noktalarından birisi burada yatıyor:

“İnsanların kendilerini eksik ve yetersiz hissetmelerini sağlayacak şekilde onların açıklarını bulmak, fırçalamak ya da iş öğretmeye kalkmak”

Halbuki aşığı olduğumuz bilim bize başka bir hikaye anlatıyor. Bir insan için en çok açlık duyulan ve peşinde koşulan duygu kendini önemli hissetme duygusudur. Her insan binlerce farklı şekilde kendini önemli hissetmek ister ve bu duyguyu yakalamak için tutkulu bir istek duyar. Öyle ki bunu yakalamak için her türlü mantık dışı işi yapmaya hatta adam öldürmeye bile hazırdır.

Sigmund Freud, insanların herşeyi ama herşeyi iki temel içgüdü için yaptıklarını söyler: seks ve önemli bir insan olma tutkusu. İnsan doğası bu tutkunun peşinden koşar hep ve bu yüzden insanlar büyük eserler yaratır, bir şekilde ünlü olmaya çalışır ya da çetelere katılıp kelle koltukta dolaşır. Hepimiz bir şekilde beğenilmek ve önemsenmek istemiyor muyuz?

Çalışanlarımız da istiyor. Biz ise onları sürekli eleştirerek, iğneleyerek, hatta bazen aşağılayarak bu dürtülerine ağır bir darbe indiriyoruz. Sonrasında ise bu davranışımızın onları doğru davranmaya yönelteceğini, hatalarını düzelteceklerini ve bizim sistemimizi iyileştireceklerini umuyoruz. Bunu ummak hadi neyse de yüzlerce kez deneyip olmadığını gördüğümüz halde ısrarla yapmaya da devam ediyoruz. Biz bir yanlışta bu kadar ısrar ederken, bunun farkında olmayıp sahada sürekli hata yapan bir çalışana hatada ısrarcı olmamak gerektiği konusunda da akıl verebiliyoruz.

İşte çuvaldızı kendine batırmak böyle birşey. Bunları yazarken bile bu konuda yaptığım yüzlerce hata ve bana yapıldığındaki duygu durumum hemen hafızama yağmur gibi geliyor.

Demek ki ben gözleri görmeyen, yaptığı yanlışın farkında olmayan ve bunu ısrarla devam ettiren biriyim. Hayatın en temel gereksinimlerinden birisi olan iletişim yeteneğini geliştirememişim. Karşındakini anlama, empati kurma ve onu istediğin şekilde davranmaya güdülemek konularında birşey bilmiyorum.

Hey, bi dakika…

Bakın şimdi de kendime aynı şeyi yapıyorum. Bir hatamı ve eksikliğimi farkettim ve kendimi iğneleyerek acımasızca eleştirdim. O yüzden kendimi yetersiz ve güçsüz hissettim. Önemli olma dürtümü zedeledim.

Ne oldu peki toplamda. Hem ekibin üyelerini, hem de kendimi yetersiz ve eksik yaptım. Hiçbirşey düzelmediği gibi hem kendim mutsuz oldum hem de ekibim mutsuz şimdi.

Bunlar sürekli olarak günlük hayatta yaşadığımız ve yaşattığımız olaylar. Her diyaloğumuzda psikolojik red mekanizmalarından birini kullanıp kendimizi temize çekiyoruz. Ya red etme, ya yansıtma yapıyor hep başkalarını suçlu buluyor ve kendi özeleştirimizden kaçıyoruz. Odakta ego tatmini, rahatlama ya da başkasını suçlama olunca problemleri de çözemiyor ve daha da derinleştiriyoruz.

Günlük zamanımın ne kadarını iletişim kusurlarına ve ikili ilişki problemlerine ayırmak zorunda olduğumuz bilseniz şaşarsınız.

Bir de, toplantılarda laf sokup, hınç almaktan, birilerinin kusurlarını masada herkese ilanen duyurmaktan garip bir zevk alan ve hatta bunu büyük bir keyifle yapanlar var. Bunların psikolojik çözümlemesini bir başka yazıya bırakalım ama hem kendilerine hem de ekip ruhuna verdikleri zararı da görmeyi unutmayalım.

Peki bunun içinden çıkabilir miyiz?

Doğru yöntemi bulabilir, iletişimimizi geliştirebilir ve ekibi doğru yöne motive edebilir miyiz?

Hataları fırça atmadan düzeltmenin yolu yok mu?

Bunu yaparken fazla yumuşak olmak ve otoritemizi kaybetmek risklerini de üzerimize alır mıyız? Ya yeni yöntem de işe yaramaz ve biz istediğimiz iş sonuçlarını yine de alamazsak?

Bunların hepsinin net cevapları olsun istiyorsunuz değil mi? Birisi bu doğruları öğretebiliyor olsa ona binlerce lira verip hemen eğitim almaya da hazırsınız.

Ama yok öyle…

Ben soru sormaya ve cevap aramaya devam edeceğim. Siz de öyle yapın. Peşinde olduğumuz cevaplar değil zaten. Soru sorup cevap arama yolculuğunun kendisi. Çünkü hayat öyle birşeydir ki bulduğunuz her cevap için en az üç yeni soru yaratabilir…


** Bu yazının ilham kaynağı Dale Carnegie’in milyonlarca satan ama çok az anlaşılıp uygulanabilen harika kitabı “Dost Kazanma ve İnsanları Etkileme Sanatı” dır. İfadelerin bazıları direk kitaptan alıntıdır.

Share this Post