Korkmayın. Bu, mevcut düzene isyan etme teşvikleri içeren devrim yanlısı bir yazı değil.
Yazıdan korkmayın ama eğer başlığı gördüğünüzde tedirgin olup okur ya da beğenirsem başıma iş alırım diye bir düşünceye kapıldıysanız, işte bundan korkun.
İsyan Tarihi
Hiyerarşi ve otorite belirli oranları ile sistem kurmak ve birlikte yaşamak için şart. İster evinizde çocukların eğitiminde, ister iş yerinizde çalışanlarınızın yönetiminde, isterseniz de yaşadığınız ülkenin toplumsal düzeninde bunları hem uygulamak, hem de size yapılan uygulamalara muhattap olmak zorundasınız.
Ancak birçok durumda ve tarih boyunca binlerce kez, sürdürülen sistemlerin yetersiz ya da kötücül olduğu durumlarda, sistemi yönetenlerin çok acımasız, bencil, aptal hatta şeytani olduğu durumlarda otoriteye başkaldırı, isyanlar, devrimler gerçekleşmiş. Yazının en altında wikipeiada bulduğum harika bir link var. “Devrimler ve ayaklanmalar” listesine şöyle bir bakarsanız, bunun öyle arada bir gerçekleşen nadir bir durum olmadığını kolayca görebilirsiniz. Otorite, disiplin ve yönetim sistemleri, isyan, başkaldırı ve devrimlerle iç içe, sarmaş dolaş neredeyse mevsimler gibi kaçınılmaz bir döngü ile insanlık tarihini süslüyor.
Grafik pek okunabilir olmadı sanırım. Ama M.Ö 2700 lü yıllardan günümüze yüzer yıllık dilimlerle bakıldığında her bir yüzyıl başına gerçekleşen devrimler ve ayaklanmaların 1900’lü yıllardan sonra inanılmaz arttığını kolayca görebilirsiniz. Onar yıllık dilimlerde en yüksek yıllar 1910 – 1920 yılları ile 1940 – 1950 yılları. Bu verinin çok eksik olduğu, buraya alınmayan daha pek çok isyan ve başkaldırı olduğu da kesin.
Demek ki isyan tarihi insanlık tarihi ile paralel, onun yeni dünya görüşleri, kültürel değişimleri ve nüfusunun artışına da uyumlu bir şekilde varlığını sürdürüyor.
Peki neye isyan etmiş insanlar? Ne için kan dökülmüş? Neden otorite çuvallamış? Neden ?
Ayaklanmalar, isyanlar, başkaldırılar, protestolar ve direnişlere; onları oluşturan zeminlere, oluş şekillerine ve oluşlarından sonrasına baktığımızda bize bir şeyler anlatabilirler mi?
Sabır mı, İsyan mı?
Eğer bana islam kültüründe en yanlış anlaşılan şey nedir diye sorsanız, sabretmek ile isyan etmenin zıt şeyler olduğunun sanılmasıdır derim. Aman isyankar olma, sabırlı ol, sebat et öğütleri konunun özünün bilerek ya da bilmeyerek tamamen yanlış anlaşılmasının ve anlatılmasının sonucudur. Buna daha önce de defaten değindiğim için uzun uzun açmayacağım, ama bilinmeli ki Kur’an-i anlamda sabırdan kasıt ses çıkarmamak, boyun eğmek, zulme ve zalime susmak değil, zorluğa direnmek, zorluk karşısında yılmamak anlamlarını taşır. Anlatıldığının tam aksine Kur’an dik durmayı, kötünün, yanlışın karşısında olmayı, “Hayır” diye haykırmayı emreder.
Kavram kargaşası olmaması için tam bu noktada bir parantez açalım. İnsan işine gelmediği, çıkarlarına ters olduğu, ya da başka çevrelerce kışkırtıldığı için iyiye ve doğruya da isyan etmiştir. Siz nereye adalet getirirseniz getirin, bu birilerinin mutlaka çıkarına ters düşer ve sizi başarısız kılmak için onlar da ayaklanmalar düzenlerler. Benzer şekilde değer algısı bozulunca insan Allah’a da isyan edebilir. Bunları ve sadece bunları örnek göstererek isyanı kötü olarak kodlamak herşeyden önce mantığa aykırıdır zira bunlar gibi her bir isyan/ayaklanmaya karşılık zalime, despota, ayrımcılığa, yolsuzluğa karşı yapılmış bin haraket vardır tarihte.
Öte yandan biliyoruz ki isyan, kontrolsüz, patlama şeklinde bir tepkiyi de ifade eder. Mesela iş yerinde size ters gelen şeyler olduğunda ya da eşinizle bir anlaşmazlık yaşadığınızda ilk iş isyan bayrağı açıp ortalığı velveleye vermezsiniz. Oraya gelene kadar birçok konuşma, eleştiri, talep, müzakere adımı vardır.
O halde birşeylere isyan eden insanlarda bir birikme, başka yol kalmaması, uzun süren bir zulüm durumu var. Ya da maruz kaldığı şey pek öyle müzakere edilecek, tatlı tatlı anlatılacak birşey değil.
Ne zaman isyan?
İnsanlar ne zaman ayaklanma çıkarır? Ne zaman isyan noktasına gelir? Neden devrimler yapılır ve bu süreç nasıl işler?
Peki isyanlar ve ayaklanmalar olduğunda mevcut otoriteler bu konuda ne yapar? Duruma nasıl yaklaşılmalıdır?
Bu sorular bu işin doğasını, gerekliliğini ve kaçınılmazlığını bilen her yöneticinin gündeminde olması gereken sorulardır ve maalesef o hep aradığımız hazır hap çözümler de mevcut değil.
Thomas Khun, “Bilimsel Devrimlerin Yapısı” kitabında şöyle diyor : “Bilimsel alanda yapılan her önemli atılm, ilk önce gelenekler, eski düşünce biçimleri, eski paradigmalarla bağların koparılması anlamına gelir.” Devrimler alışılageldik şekilde düşünmeyen beyinler tarafından yapılır ve öncesinde zeminin, zamanın ruhunun hazırlanması gereklidir. Zamanı geldiğinde fikrin önünde durmak hiç bir tarihte mümkün olmamıştır. Türk devrimini gerçekleştiren kafa, zamanının biat ve kabul genetiğini taşımıyordu. Herkesin imkansız gördüğüne olabilir diyor, insanların o dönemde hayal bile etmekte zorlandığı kavramları gerçekleştiriyordu. Yalın ya da üretim sistemleri gibi konularla ilgili çalışırken insanların buna direncini kırmanın, olaylara bakış şekillerini değiştirmenin ne kadar zor bir iş olduğunu bizzat, uzun süre tecrübe etmiş biri olarak; 700 yıl padişahlık ile yönetilmiş bir milletin giyiminden, yazısına, bağımsızlık anlayışından, yönetim şekline kadar hemen her noktada büyük değişikler yapmak ve bunları insanların benimsemesini sağlamak nasıl birşeydir anlamakta zorlanıyorum.
Yapılan büyük devrimlere baktığımızda, mesela rönesansa ya da Türk devrimine, öncesinde işlerin insanların artık dayanamayacağı kadar kötü gittiğini görüyoruz. Ortaçağın yozlaşmış ve artık delilik sınırını çoktaş aşmış din öğretisi, soyluların asla cezanlandırılmaması, adalet duygusunun tamamen yok edilmiş olması gibi durumlar gerekli zemini hazırlıyor. Binlerce yıldır süren ve artık ömrünü tamamlamış monarşi ve insanların giderek artan özgür düşünce istekleri o zamanın ruhunu, bir başka deyişle havasını şekillendiriyor. Uygun toprak ve hava koşulları sağlanınca da genellikle geriye sadece sulayıp o bitkiyi yeşertmek kalıyor. Elbette bu sulama işi genellikle kanla yapılmak zorunda.
İyi için, hak için, doğru olan için yapılan tüm isyan ve ayaklanmalarda da benzer toprak ve hava yapılanmasını görmek mümkündür. Ancak onları daha çok yanıcı madde, yakıcı madde ve kıvılcım üçlüsü ile ifade etmek belki de daha doğrudur.
İnsanın artık bişeylere isyan eder hale gelmesi için önce ezilen, horlanan, hakları elinden alınan, sözü dinlenmeyen, sömürülen birilerinin ve elbette kaçınılmaz olarak da bunları uygulayan diğerlerinin olması gereklidir.
Her etki bir tepki doğurur ve her yasak da kendi isyancısını. Çünkü aksini isteyenlerin tüm çabalarına, tüm tutuklama ve cinayetlerine rağmen, çok az da olsa, isyan edebilen insan genini tam anlamı ile asla yok edemediler.
Temel hak ve özgürlüklere el konulmasına, bazı ülkelerin açgözlü, bencil politikaları ile milyonlarca insanın mülteci konumuna düşürülmesine, kar etmekten başka hiçbirşey düşünemeyen sistemlerin dünyayı yavaş yavaş yok etmesine, içecek su bulamayan çocuklar varken birilerinin semirmesine, dinin hurafeler ve yobaz zihinlerce bozulmuş formunun standart olarak öğretilmesine ve bunlar gibi daha nicelerine isyan etmek, itiraz etmek, yanlış olduklarını ifade etmek bana göre insan olmanın gereğidir.
Çoğu devrime öncelikli olarak devrimcilerin değil, hükümetlerin aptalığının ve gaddarlığının neden olduğunu söyleyebiliriz… Sean McSoftain
Meşruluk İlkesi
İster küçük atölyenizdeki 5 kişiden, ister ülkenizdeki 80 milyon insandan bahsedelim; eğer bir yönetimden bahsediyorsak, bu yönetim şeklinin meşru olması gerekir. Ancak o zaman sürdürülebilir ve isyan oluşturmayan bir yönetim şeklinden söz etmek mümkündür. “Meşruluk ilkesi” üç mutlak gerekliliğe dayanır:
- Otoriteye riayet etmesi beklenen insanlar, söz sahibi olduklarını, seslerinin duyulacağını hissetmelidir.
- Kurallar, yasalar öngörülebilir olmalı, keyfiyet ile değişmeyeceğinden emin olunmalıdır.
- Yönetim adil olmalı, belli kişi ya da gruplara farklı davranmamalıdır.
Bu kuralların bir ülke yönetimindeki karşılığına bakalım. Eğer ülkede sesinizi duyurabileceğiniz ve etkili olabileceğiniz kanallar (basın, forumlar, yöneticilere doğrudan ulaşabilme, sivil toplum örgütleri vs.) varsa, başınıza haksızlık geldiğinde ya da yönetimin yanlış olduğunu düşündüğünüzde kendinizi ifade edebiliyorsanız ve bu karşılık da buluyorsa, birinci ilke var demektir. Eğer ülkenin çok önemli olan temel yasaları, vergi ve af politikaları, savaş, barış politikaları belirli bir bütünlük ve değişmezlik içinde ise, eğer çok temel ilkeler anayasa ile ve kesin bir dille korunuyorsa, her an birisinin kafasına göre kendi lehine yasalar çıkaramayacağını biliyorsanız, ikinci ilke de var demektir. Son olarak, ülkede adalet olduğunu hissediyorsanız, birileri kollanmıyor, kredi borçları silinmiyor, birileri haksız yere içeri atılmıyorsa, üçüncü ilke de var demektir. O yönetim / otorite meşruluk ilkesine uygundur.
Bunu kendi ailenizde çocuk yetiştirme konusuna da, işletmede personel yönetimi konusuna da rahatlıkla uygulayabilirsiniz.
İşletmenizde bir yönetim sisteminden bahsediyorsanız, onu yukarıdaki üç ilke açısından değerlendirin. Eğer çalışanlarda rahatsızlık, huzursuzluk varsa, hangi ilkenin eksik olabileceğini düşünün.
Otoriteyi Yeniden Sağlamak
Peki isyanlar, başkaldırılar, aktif pasif direnişler olduğunda ne yapmak gerekir?
İş yerinde otorite kaybedilmiş olabilir. Çocuklarınız artık sizi dinlemiyordur, ya da ülkenizde isyanlar, direnişler baş göstermeye başlamıştır.
Durum ve ölçek ne olursa olsun, böyle durumlara karşı nasıl davranılması gerektiği ile ilgili bir çok çalışma var. Psikoloji, özellkle de benim kişisel olarak ilgi alanıma giren örgüt / çoğunluk psikolojisi bu konu ile çok ilgilenmiş. Ancak akademik çalışmaların içine gömülmeden, pratik hayat uygulamalarına bir bakalım.
Yazının sonundaki linklerden birinde kısa bir değerlendirmesini bulacağınız bir çalışmadan bahsetmek istiyorum. 1965 yılında iki iktisatçı olan Nathan Leites ve Charles Wolf bir rapor hazırladı. Bu rapor İngiliz hükümetine hazırlanmıştı ve konusu başkaldırılarla nasıl mücadele edileceği idi. Tam da İngiltere Kuzey İrlanda’da yaşanan kriz ile boğuşuyordu. Kuzey İrlanda’da neler olduğu ve daha da önemlisi neden olduğunu bilmek isterseniz ayrıca bir yazı konusu olabilir. Ancak ben bu yazıda Malcolm Gladwell’in “Davut ve Golyat” isimli kitabının 186. sayfasından alıntılar yapıyorum.
Analizimizin temel unsurlarından biri, insanların “akılcı” davrandığı, farklı davranış biçimleriyle ilişkili olarak maliyetleri ve faydaları hesapladığı ve tercihlerini buna göre yaptığıdır… Sonuç olarak, halkın davranışını etkilemek için ne sempati ne de mistizm gereklidir; gerekli olan bireyin veya grubun hangi maliyet ve faydalarla ilgilendiğini ve bunları nasıl hesapladığını anlamaktır. Age, syf. 186 – 187
Şöyle yorumluyor bunu Malcolm Gladwell : ” Başka bir deyişle isyancıların hizaya getirilmesi bir matematik problemidir. Eğer Belfast sokaklarında isyanlar varsa, bunun nedeni evleri kundaklamanın ve camı çerçeveyi indirmenin isyancılar için maliyetinin yeterince yüksek olmamasıdır.”
İşte bu raporun temsil ettiği yaklaşım tarzı, birçok kere ve çok farklı yerlerde benzer uygulamalarını görebileceğiniz disiplin ve bastırma anlayışıdır. Öğrenciler okulda itaatsizlik yapıyorsa bu otorite eksikliğindendir ve yapılması gereken daha sert disiplindir.
Bu kafaya şu iki soruyu yöneltmek gerekir. Birincisi itaatsizlik otorite eksikliğinden midir, yoksa yanlış otoriteye bir tepki olabilir mi? İkinci olarak, insanlar sokakta camı çerçeveyi indiriyor, çocuklar okulda itaatsizlikler yapıyorsa bu sadece bedeli yeterince yüksek olmadığından mıdır?
Durup dururken, disiplin eksikliğini fark ettiklerinden mi başladılar buna? Bu davranışa neden olan kök nedenlere bakmak gerekmez mi?
Gerçek şu ki, nedenlerini anlamadan yapılan her sert disiplin önlemi, muhattabı olanlarda bir bilinç ya da değişiklik yaratmayacak, sadece sindirecek ve daha büyük nefret birikimine neden olacaktır. Netekim bu rapora göre müdehale yapan İngiliz ordusu bunun pek de bekledikleri şekilde işe yaramadığını zor yoldan öğrenmiş oldular.
İş Yerinde Uygulama Yanlışları
Bu bloğun asıl amacı gereği konuyu iş yerleri özelinde de kısaca gözden geçirmek gerek.
Meşruluk ilkesinin üç adımını iş yerinde kurduğunuz sistemlerde, iş yerinin genel kültüründe iyice incelemenizi öneririm. Çünkü o üçünün olmadığı durumlarda mutlaka isyan olmaz ama kesinlikle mutsuzluk, verimsizlik, işe bağlılık yoksunluğu olur.
- Herkes sorunları dile getirme, onlarla ilgili çözümler talep etme konusunda yeterli imkana sahip mi? Öneri sistemi, şikayet kutuları, çalışan anketleri, yüz yüze görüşmeler, çalışan temsilcileri ile görüşmeler gibi yollarla bilgi toplanıyor ve doğru şekilde değerlendirilip geri bildirim veriliyor mu? Sadece dinleniyor olmak bile “insan” mutluluğu açısından çok önemlidir.
- Konan kurallar, ana ilkeler, tutarlılık ve kararlılık içeriyor mu? Yoksa yöneticinin günlük durumuna göre neyin önemli olduğu sürekli değişiyor mu? Değer olarak resmi kağıtlarda yazan ve resmi ağzılardan çıkanla, sahada gerçekte yaşanan aynı mı?
- İş yerinde verilen ödüller de, verilen cezalar da herkese ve her zaman eşit mi?
Bunlar aslında insanın temel kaygılarıdır. Kendini ifade edebilme, kabul görme, sözünün dinlenmesi, önemsenme çok önemlidir. Kural ve ilkelerde tutarlılık belirsizlik kaygısını yok eder. Adalet duygusu da bir vatandaşın devletine bağlılığını da, bir çalışanın şirketine bağlılığını da, bir çocuğun eve bağlılığını da en çok etkileyen değişkendir.
Çalışan bağlılık anketlerinde kendini yararlı ve önemli hissetme, adalet duygusu ve belirsizliğin azlığı her zaman maaş ve diğer maddi ödüllerin üzerinde çıkar. Ama bilimin ne dediğini sallayan yoktur. Aklın ve geçmiş tecrübelerin de değeri yoktur zira her ikisi de hatalı uygulamaların yıllardır bir işe yaramadığını gösterir. Ama tüm bu gerçeklere rağmen devleti yönetenler de, şirketleri yönetenler de, aileleri yönetenler de eski usül disiplin, baskı, kovma uygulamalarına devam ederler. Sorun disiplin değildir her zaman, bazen disiplinin kendisi az ya da yok değil, basitçe bozuktur. Değerlendirmeler yanlıştır ve çözümler köke değil sonuça uygulanmaya çalışılır. Bazen de yöneticilerin iyi yönetmekle ilgili bir kaygısı yoktur. Basitçe kendi çıkarlarını düşünür ve muhalif hiçbir sesi duymaya tahammül etmezler.
Son Söz
Şöyle demiş Thoreu : “Kötülüğün yapraklarını kesen her bin kişiye karşılık, ancak bir kişi köküne saldırır”
Bir ekleme de ben yapayım üstada: O her bin kişiye karşılık hiç sesini çıkarmadan birilerinin işlere el atmasını ve kurtarılmayı uman bir milyon kişi vardır.
Ben bu bloğu kendime notlar olarak yazıyor ve iki oğluma bir miras olarak bırakmayı umuyorum. Bir önceki yazıda ikisine de özetle şunu dedim : “Düşünün ve sorgulayın.” Şimdi ise şunu diyorum;, “Doğru olan için susmayın, eyleme geçin.”
Yine çok uzun oldu biliyorum. Ama ben kısa yazacak kadar zeki ve bilgili değilim. Müsade ederseniz yazıyı gördüğü yanlışlar karşısında asla susmamış ve gerekeni yapmış biri ile, Mustafa Kemal Atatürk’ten bir alıntı ile bitirelim.
Bunalıyorum, büyük bir ızdırap içinde bunalıyorum.” Diyecek ve șöyle devam edecektir.
“Görüyorsun ya, her gittiğimiz yerde mütemadiyen dert, șikayet dinliyoruz. Her taraf ,derin bir yokluk,maddi – manevi bir perișanlık içinde. Ferahlatıcı pek az șeye rastlıyoruz, yazık ki memleketin gerçek yüzü bu!
Bunda bizim günahımız yok , uzun yıllar, hatta yüz yıllar dünyanın gidișinden gafil bir takım șuursuz idarecilerin elinde kalan bu cennet memleket, düșe düșe șu acınacak hale düșmüș!.. Memurlarımız,daha istenen seviyede, kalitede değil.. Çoğu,görgüsüz, kifayetsiz ve șașkın!..
Büyük istadlara malik olan zavallı halkımız ise, kendisine mukaddes akideler șeklinde telkin edilen bir sürü batıl görüș ve inanıșın tesiri altında uyumuș kalmıș…”
Bu sırada beni en çok üzen șey nedir, bilir misin?. Halkımızın zihninde kökleștirilmiș olan ‘Herșeyi bașkalarından beklemek’ alıșkanlığı.. İște bu zihniyetle,herkes büyük tevekkül ve rehavet içinde bütün iyilikleri bir șahıstan, yani șimdi, benden istiyorlar, benden bekliyorlar… Fakat ben de nihayet bir insanım be kardeșim!. Kutsal bir gücüm yok ki!..*
Mustafa Kemal Pașa bu sözleri 1930 baharında yaptığı bir Türkiye gezintisi sonrasında söylüyor. Çizdiği tablo dehșet verici , Pașa hem yorulmuș , hem yıkıntılı ,fakat çareye de ișaret ediyor:
Halk’la Beraber– Önce kafaları ve vicdanları ,geri düșüncelerle uyușturulmuș kimseleri temizleyeceksin! Modern bir devlet makinası kuracaksın. Sonra bu makina halkla beraber çalıșacak bütün istidat ve kaynaklarımızı faaliyete geçirecek. Böylece memleketi ileriye refaha kavușturacak.. Biz iște o yoldayız”…
Atatürkten Hatıralar Hasan Rıza Soyak cilt 2 sayfa 405
Kendisine selam ve sevgilerimle…
https://en.wikipedia.org/wiki/Charles_Wolf_Jr.
https://smallwarsjournal.com/jrnl/art/revisiting-alternative-approach-fighting-small-wars-works-charles-wolf-jr-and-nathan
https://tr.wikipedia.org/wiki/Devrimler_ve_ayaklanmalar_listesi
Rebellion and Authority: An Analytic Essay on Insurgent Conflicts (Leites & Wolf Jr. 1970
Davut ve Golyat, Malcolm Gladwell, MediaCat yayınları, 2021
Günümüzde Devrim, Susan Buck – Moss, Nika Yayınları ,2021
https://www.youtube.com/watch?v=L5K3IxINr7A