Murat Turan/ Ocak 4, 2018

İnsanın akıl motorunun yakıtı motivasyon ve güdülenmedir. Kendinizi neye motive ettiğiniz, yaptığınız iş ile ilgili güdülenmenizin ne olduğu sonuçlara doğrudan etkilidir.

Erich Fromm, “Özgürlükten Kaçış” isimli başyapıtında özgürlüğün ne olduğunu ve insan için ne anlama geldiğini sorguluyor. İnsanoğlunun en temel kaygısı karşısında özgürlüklerinin tamamını feda etmeye ve bir faşistin bile yönetimine girmeye ne kadar hevesli olabileceğini gözler önüne seriyor.

Peki nedir insanoğlunun en büyük korkusu?

Kendisini güvende hissedememek.

Fromm’un temel bağlar olarak tarif ettiği; kişinin ailesine, kabilesine, doğaya, içinde olduğu herhangi bir örgüte olan bağlılığı onu kısıtlar. Kendisini içinde tanımladığı örgütün kurallarına uymak zorundadır ve kendi özgürlükleri bu nedenle sınırlıdır. Ancak insan zamanla bu bağlardan sıyrılırsa bir yol ayrımı ile karşılaşır. Kendi özgürlüklerini kazanmak aynı zamanda bu temel bağları zayıflatmak, daha az güvende olmak ve büyük, çetin dünya ile yalnız yüzleşmeye doğru gitmek demektir. Bu korkutucu durum ise insanın en temel kaygısını oluşturur. Rönesans ile ortaçağın sıkı zincirlerinden kurtulan insanın psikolojisindeki değişimi şöyle anlatıyor Fromm:

“Rönesans küçük dükkan sahiplerinin ve küçük burjuvaların değil, servet sahibi soyluların ve burjuvaların kültürüydü. Onların ekonomik etkinliği ve serveti, onlara bir özgürlük ve bireysellik duygusu veriyordu. Ama aynı zamanda, bu aynı insanlar bir şeyi – ortaçağ toplumsal yapısının sunduğu güvenliği ve ait olma duygusunu- yitirmiş durumdaydılar. Daha özgürdüler, ama aynı zamanda daha yalnızdılar şimdi. Güçlerini, iktidarlarını ve servetlerini, yaşamdaki son haz damlasını sıkıp içmek için kullanıyorlardı; ama bunu yaparken, acımasız olmak, kitleleri yönetmek ve kendi sınıfları içindeki rakiplerini denetlemek için, fiziksel işkenceden psikolojik saptırmaya kadar her türlü araca başvurmak durumundaydılar. Bütün insan ilişkileri, iktidarı korumak uğruna yürütülen bu korkunç ölüm – kalım savaşıyla zehirlenmişti. İnsanın diğer insanlarla – ya da hiç değilse kendi sınıfının insanlarıyla – dayanışması, yerini sinsi bir kopma tutumuna bırakmıştı; diğer bireylere, kullanılacak ve saptırılacak, çekip çevrilecek “nesneler” gözüyle bakılıyor ya da kişinin amaçlarına böylesi uygunsa, bu insanlar acımasızca yok ediliyordu.”

 

O halde insanda bir ait olma, kendisinden büyük ve oturmuş bir yapının parçası olma dürtüsü ile özgür ve kendi kararlarını alan birey olma dürtüsü çatışmaktadır. Biri insana düşünmek zorunda olmamak, yalnız olmamak ve güven duygusu verirken, diğeri; birey olmak, güçlü olmak ve daha özgür olmak duygularını tattırıyor. Bir taraf insanı faşist bir diktatörün bile gönüllü kölesi olacak kadar düşünce ve kişisel vicdandan ayrılma noktasına, diğer taraf ise; içindeki yalnızlık hissi ve kuşkuların derin uçurumunu kapatmak için büyük bir bencilliğe, şöhret ve güç sevdasına, bunları elde etmek için akıl almaz işler yapma noktasına götürebiliyor.

Bu konular benim incelemekten ve üzerinde düşünmekten zevk aldığım ruhbilim ve sosyal psikoloji konuları. Bu girizgâhı biraz uzun tutum ki insanın hayattaki, örneğin iş hayatındaki, davranışlarının altında aslında neler olduğunu ve bu gizli dürtülerin nasıl araştırıldığını bir miktar aktarabilelim.

Şimdi dönüp kendimize bakalım. Biz bu iki uç skalasının neresindeyiz? Bizi gerçekte motive eden nedir? Neyin arzusu ya da korkusu, gizli veya açık yüreğimizdedir?

İş yerine yeni başlamış genç bir mühendis örneği ile tartışmayı biraz açalım:

Bu genç dostumuzun ismi Mahmut olsun. Kimse üstüne almasın diye ve biraz da eğlence için bu ismi seçtim ki; sanırım bu dönemde kimsenin ismi değildir bu.

Genç dostumuz Mahmut kendini işine motive eden bazı hayaller taşıyor ve bazı içsel itkiler, dürtüler ile hareket ediyor. Kendisine sorsanız başka bir hikaye anlatır ya da pek farkında değildir ama ağzından çıkan “başarılı” olmak istediği oluyor. Başarılı olacak işinde Mahmut ama, başarı nedir?

Gözlerini kapatıp kendisini başarılı olarak resmetmesini istesek, herkesin; “vay be, analar ne mühendisler doğuruyor” diye arkasından konuştuğu, sevilen, takdir edilen ve imrenilerek bakılan bir adam resmi görür kafasında. Başarılı olarak nitelediği bir tür şöhrettir aslında. Bir güç ifadesidir bu. Şöhret olmak demek sadece bir pop star ya da ünlü bir futbolcu olmak şehveti değildir. Bir ev hanımı mahallede ünlü olmak ister, bir genç kendi arkadaş çevresinde. Ya da okulda popüler olma hayalinin peşinden gider. O halde bu genç dostumuzun asıl motivasyonu ünlü olmaktır. Popüler ve beğenilen biri olmak.

Bunun için çalışır çabalar Mahmut. Ama bir türlü istediği hazza, o güç seviyesine ulaşamaz. Bu bir tür hayal kırıklığı durumudur ve önce morali bozulur. Ne yaparsa yapsın takdir edilmediğini, kıymetinin bilinmediğini, çok çabalamasına rağmen bunun yeterince görülmediğini söylemeye başlar. O noktada bir vakit daha geçirdikten sonra iki ihtimalden birine dönüşür: ya işe küser ve ana motivasyonu “mümkün olduğunca yatmak, kaytarmak” olur ya da motivasyonunu daha fazla para kazanmak olarak değiştirir; meşru ya da gayri meşru olarak. Öyle ya, bu kadar çabası takdir edilmediğine, kaytaran adamlar da aynı parayı aldığına göre bir keriz Mahmut mu vardır iş yerinde? Ya da iş değiştirerek ve/veya eline geçen tüm imkanları kullanarak daha fazla para elde etmesi gereklidir.

Neden Mahmut böyle hissediyor biliyor musunuz?

Yukarıdaki girizgahta anlattığımız sebeplerden.

Asıl motivasyonu kişisel bencillik tarafında olunca, kendisini bir ekibe üretken yollarla katkı sağlayan ve bundan mutlu olan bir adam değilde; “başarılı” kıstasına uymak zorunda olan bir adam olarak etiketleyince, yine yukarıda örneklediğimiz gibi, gücü elde etmek ve elinde tutmak için her yol mubah, olamadığı zamanlarda ise her şey depresyon olur.

Kişisel girişimleri ile “başarılı” olamadığı zaman oluşan depresyon ile mücadele etmelidir Mahmut. O yüzden kaybettiği güvenlik duygusunu arar yeniden. Bir grubun, partinin, taraftar topluluğunun, mühendisler ekibinin, aşiretin, çetenin üyesi olmalıdır.  Bu üyelik kişisel değersizlik duygusunun ve yalnızlık kaygısının tek ilacıdır ona göre. Bunu yapmak için de, o grup veya grupların tüm etik ve siyasi tavırlarını tümden kabul eder. Düşünmez, sorgulamaz, vicdani kaygılar taşımaz. Yapılan açıkça bir ahlaksızlıksa bile, eğer yapan “bizden” ise görmezden gelinir. Bu aşamadaki insanın ne kadar körleşebildiği, ne kadar sağırlaşabildiği, ne kadar aptallaşabildiği ile ilgili çok kaygı verici örneklerle doludur insanlık tarihi. Üyesi olduğunuz grubun tavır ve inançları sizinkiler ile bazı noktalarda çelişseler bile böyle bir kaygı ile yaşamak, özgür ve bağımsız bir birey olmaya çalışıp yalnızlık, ait olamama, kendini değersiz hissetme gibi temel kaygıların yanında ödenmesi çok olay bir bedeldir.

İnsanın, insan olmasından gelen varoluşsal kaygıları var. Ölüm gerçeği, koskoca evrende önemsiz bir zerre olması durumu, sevilme ve beğenilme açlığı gibi. Aynı zamanda insan başka insanlarla iletişim kurmak ve çalışmak da zorunda. O nedenle büyüdüğü çevrenin kültürü, içinde olduğu ekonomik sınıfın gerekliliklerine uymak da onun karakterini düzenleyecektir.  Ama tüm bunlardan ayrı ve ilave olarak tıpkı cinsel doyum, açlık ya da susuzluk gibi doyurulması gerekli başka tutkulara da sahiptir insan. Bu gereksinimlerdeki açlık miktarı belli bir seviyeyi aşınca insanın akıl, mantık ya da ahlak duvarlarını aşması çok karşılaşılan bir durum.

Biraz kendini göstermek için ekibini ya da arkadaşlarını kötüleyenler, açıkça kendi çıkarı için bütünü feda edenler, insanların açıklarını arayıp altlarını kazarak mevki ve makam sahibi olmaya çalışanlar ya da kral çıplakken bile “çok yakışmış efendim” diyerek çıkar peşinde koşanlar bunun en hafif örnekleridir. İnsanın gerçek açlığı mevkiye, makama, paraya, güce olunca bu açlığı gidermek için yapamayacağı şey yok gibi görünüyor.

Zamanının “Gavs”ı rütbesini almış büyük veli Abdülkadir Geylani’nin yazdığı “El – Fethu’r – Rabbani” eserindeki 15. sohbette aşağıdaki kısım yazılıdır ve tasavvufi olarak insanın kalbinde aslında hangi arzuların yanıp tutuştuğunu çok güzel ifade eder:

…Oğlum! Sen hiçbir  şey üzere değilsin. Senin müslümanlığın sağlam değil. Müslümanlık, şahitliğin üzerine kurulduğu temeldir. Senin şahitliğin tam değil. “Allah’tan başka ilah yoktur” diyorsun ama yalan söylüyorsun. Senin kalbinde bir sürü ilah var. Sultandan ve şehrin valisinden korkmak birer ilahtır. Kazanca, kara, güce, kuvvete, işitmeye, görmeye, tutmaya güven duymak birer ilahtır. İnsanların sana zarar ve fayda verdiklerini, sana vermeye ya da senden bir şeyi engellemeye muktedir olduklarını düşünmek bir ilahtır.”

19. Sohbette : “…Çünkü sen “Allahu Ekber / Allah büyüktür diyorsun, ama yalan söylüyorsun. Çünkü kalbinde başka tanrılar var. Güvendiğin her şey senin tanrındır. korktuğun ve birşeyler beklediğin her şey senin tanrındır”

 

Peki bu açlığı çekmeden, ahlakımızı, vicdanımızı terk etmeden ama yine de özgür, güçlü ve kendine güvenli şekilde yaşamanın bir yolu yok mu?

İki yoldan birini seçmek zorunda mıyız?  Ya insanlar ile bağını koparmış, güç elde etmek için her yolu mubah sayan bir çıkarcı kapitalist ya da güvenlik ve ait olma duygusu için tüm iradesinden geçmiş bir koyun mu olacağız?

Hayır!

Kendimiz için başarının doğru tanımını yaparsak ve bizi çalışmak, yaşamak, var olmak için doğru değerlerin güdülemesini sağlarsak bu çemberden çıkabiliriz.

İnsanlar ile “sevgi” temelinde ve karşılıksız fayda verebileceğiniz ilişkiler kurmak, işinizde ana güdülenmenizi; ne şart altında olursa olsun işini layıkıyla yapmak ve toplama fayda sağlama olarak belirlemek bunu sağlayabilir. Tanımlarınız ve özünüzde inandıklarınız bu olabilirse; ne ilave övgü beklersiniz ne de o övgüleri alamamaktan dolayı depresyona girersiniz. İliklerinize kadar işlemiş para ve gücü elde etme ve tutma hırsından kurtularak bunu yapabilirsiniz. Çünkü çalışmaktan ve birşeyler üretmekten, bir ekip içinde faydalı olmaktan asıl kazanç asla para değildir. Para hayatınızı devam ettirmek için bir araçtır sadece. O halde aklınızın motoruna doğru yakıtları koyun. Sizi gerçekte neyin motive ettiği, neyi arzuladığınız, hırslarınız, kıskançlıklarınız konularında kendinizle yüzleşin ki bu, olgunlaşmanın yoludur zaten.

Tarih boyunca tüm dinler bunu anlatmaya çalıştı bize. Tüm büyük düşünürler aynı gerçekleri yüzümüze vurdular ama biz anlamıyoruz. Gerçek tadın zahirde değil batında olduğunu, sadece biraz sabır ve derine inmekle elde edilebileceğini anlamıyoruz. Bakın ne diyor Erich Fromm:

“İnsanoğlu akıldışı yıkıcılık tutkularını, nefret, kıskançlık, öç alma duygularını bastırıyor; otoriteye, paraya, egemen devlete, ulusa tapıyor; öte yanda insanoğlunun büyük manevi liderlerinin, Budha’nın, peygamberlerin, Sokrates’in, İsa’nın, Muhammed’in öğretilerine sahte bir bağlılık gösteriyor – bu öğretileri bir batıl inançlar ve putperestlik ormanına dönüştürmüş bulunuyor” Age. s.16

 

İşte felaketimize zemin hazırlayan nokta burası. Durup düşünmemiz gereken ve tersine çevireceğimiz süreç de burası. Buna elbette önce kendimizden başlayacağız; İbrahim (a.s) gibi kendi Kabemize girip kendi putlarımızı yıkmakla…

Kendimize, kendimizden daha büyük bir “neden” bulacak ve motivasyonumuzun ve güdülenmemizin çıkış noktasına onu koyacağız.

Burada, elbette, bu konular hakkında tartışılması gerekli daha pek çok noktanın olduğunu, insan davranışlarının, hele ki toplumsal psikolojinin anlaşılması için yukarıdakilerin çok sığ kaldığının farkında olduğumu belirtmek isterim. Ancak bu bloğun yazım şekli, amacı, okuyucu kitlesi, yazmak için gerekli yer ve emek bizi kısıtlıyor. Daha fazlası için bana ulaşın, yorum ve katkılarınızı da esirgemeyin lütfen. Kötüler kötülüklerini yaymak için o kadar çalışıyor ki, iyilerin iyi şeyleri yaymak ve büyütmek konusunda tembel olmaya hakları yok.

Gerçek “neden”inizi bulmanız dileği ile…

 

Adı geçen eser :
Özgürlükten Kaçış – Erich Fromm
Say Yayınları 2. Baskı

 

Share this Post