Murat Turan/ Ağustos 8, 2013

Dünyada her milletin her kesim çalışanında ortak bir nokta ararsanız, maaş memnuniyetine bakabilirsiniz. Aldığımız para hepimiz için az. Hep azdı ve sanırım hep az olarak kalacak.

Dünyadaki maaş trenleriyle ilgili çok çarpıcı bilgiler veren ILO raporunu inceliyorum son 2 gündür. Kafamda iskeletini hazırladığım yazı için çok değerli bir katkı oldu. ILO 1919 yılında kurulmuş, tam adı “International Labour Organization” olan bir örgüt. Uluslararası işgücü organizasyonu yani. Kuruluş amaçlarını, sosyal adaleti desteklemek ve dolayısıyla dünya üzerindeki barışa katkıda bulunmak olarak belirtmişler. Birincisi; ne kadar katkı yapabildiklerini bilmiyorum ama, amaç olarak açıkladıkları şeyler çok güzel. İkincisi, sosyal adalet sağlanmadıkça dünyada tam anlamıyla barış olamayacağını anlamış görünüyorlar.

Kapitalizm, sosyalizmi dağıtıp dünyada tek egemen yönetim şekli olduğundan beri, ekonomik dünya sürekli bu ulvi amacın tam tersi yönünde hareket etmeye devam ediyor. Az sonra Grafik-1 ve 2’de göreceğiniz üzere, yıllar geçtikçe emeğin karşılığı alınan çıktı büyük bir hızla artmış. Ancak ödenen para, alınan çıktı artışı ile orantılı değil. Bu ne demek? Sermaye sahibi kesimin daha çok kazanması ancak üreten orta kesimin toplam pasta payının küçülmesi demek.

Peki bu ne demek?

Fakir – zengin uçurumunun derinleşmesi, sosyal adaletsizlik ve savaş!

Grafik 1 : 1947 – 2010 arasında Amerikadaki işçilerin üretkenlikleri ve maaşlarındaki artışlar

Grafik 2 : 1991 : 2011 arasında Almanya üretkenlik – maaş değişimi (2000 yılı =100)

İki grafik de yukarıda anlattığımız hikayeyi doğruluyor. İşçiler giderek daha fazlasını daha aza üretmek zorunda. Aşağı yukarı tüm dünya için olan grafik de Amerika grafiği ile benzer olacaktır. Dikkat ederseniz 1960’lı yıllara kadar paralellik var. Yani bir çalışanın daha fazla üretmesi aynı oranda daha fazla kazanması anlamına geliyor. Ancak sonrasında makas açılmaya başlamış.

Bu ayrım Türkiye gibi gelişmemiş ekonomilerde daha da fazla. Bunu okuyunca pek sevmeyeceksiniz biliyorum ama bizim daha da az kazanmamız lazım. Lütfen tarihe not düşülsün: bu yazıyı yazdığım şu an, ben maaşlı bir çalışanım ve aklım yeteri kadar başımda.

Beni bu sonuca ulaştıran, rakamlar. Şimdi milliyetçiliği bir kenara bırakarak her ülkeyi bir şirket gibi kabul edelim. Tüm ülkeler benzer bir ürünü üretiyor olsun. Kimin daha çok kazanacağını neler belirler?

İşçilik ücretleri, bir işçinin bir saatte ürettiği çıktı miktarı, o şirkette yeni üretim sistemleri kurmanın kolaylığı, şirketin ürününü sattığı müşterilere yakınlığı ve şirket ürününün kalitesi / yeniliği.

Bunların dışında da birçok makro ve mikro değişken var elbette. İstikrar var, hükümet politikaları var vs. Ancak modelimizi basit tutalım ki anlaşılır olsun.

Sonra aklı başında her işletme sahibi gibi rakiplerimize bir bakalım. Onlar ne kadar ödüyor, ne kadar verimliler bilmemiz gerek:

Hemen belirteyim ki incelemek isteyen için raporlar 100 den fazla ülke için hazırlanmış. Ama bizim kendi şirketimize yakın rakipler belirlememiz lazım. Benim Avrupa’da Türkiye sıkletinde dövüştüğünü düşündüğüm Polonya güzel bir referans olur. Buna Almanya, Belçika, Fransa gibi gelişmiş ülkeleri de ekleyelim ve rekabetin Avrupa pazarı olduğunu kabul edelim. Bunların arasında rekabet edecek Türkiye şirketinin kazanabilmesi için bir noktada farklılaşması gerekiyor. Örneğin en düşük işçilik ücretlerine sahip olabilir, ya da çalışanları çok yüksek verimlilikle çalışıyor olabilir. Müşterileri daha kaliteli ve teknolojik olduğu için pahalı da olsa onun ürünlerini tercih edebilir. Ya da yeni yatırımların gelmesini ve karlı halde olmasını öyle destekler ki, giderek daha fazla üretim hacmi yakalayabilir. Bunların herhangi birinde çok iyi olabilirse ayakta kalması, hatta ekonomisinin gelişmesi söz konusu olacaktır.

A) Asgari ücretler, çalışan maliyeti:

Rapor çok uzun olduğundan buraya aktarmayacağım ama bazı çarpıcı rakamlar vereyim: 2010 yılı verilerine göre (saat ücreti – direk ödeme – üretim sektörü) Danimarka’da ortalama saat ücreti 34.78$, İsviçrede 34.29$. Belçika’da 24, İsrail’de 15.28, Polonya’da ise 4.86$. Dedik ya Polonya en yakın rakip diye; haftalık 40 saat üzerinden Polonya da işçinin ortalama maaşı 777$’a denk gelecektir. Türkiye’de 2010 yılı asgari ücreti 478$ a denk gelmektedir. O halde bu konuda iyiymişiz. Yani hala nispeten çok düşük ücretlere işçi çalıştırmaktayız. Aşağıdaki grafik EuroStat verilerine göre 2013 yılındaki kanuni asgari ücret sıralamalarını göstermektedir:

 Grafik 3 : 2013 Aylık Euro cinsinden asgari ücretler

Buradan şu sonuca varabiliriz ki, bizim şirketin maaş ödeme politikası şimdilik rekabetçi. Yani hala ucuz işçilik ile üretimi kendimize çekebiliriz. Ancak birazdan göreceksiniz ki bu zaten bizim tek kozumuz ve giderek elimizden alınıyor.

Aşağıdaki tablo da EuroStat sitesinden ve 2008 yılını 100 kabul ederek üretim alanında saat ücretlerine hangi ülkenin ne kadar artış getirdiğini gösteriyor. Yalnız burada değer çalışana ödenen maaş değil, işveren açısından toplam çalıştırma maliyeti. Üzerine tıklayarak büyütebilirsiniz.

Grafik 4 : 2008 – 2013 İşçi maliyeti artışı (Maaş değil, çalışan için işçi çalıştırma gideri)

2008 den beri anormal şekilde artmış görünüyor. Bu elbette işveren açısından kötü ve caydırıcı bir etmen.

B) Çıktı miktarı (output), verimlilik:

İkinci önemli etken, işçilerimizin verdiğimiz bu parayla ne yaptıkları. ILO, ülkelere göre reel maaş artışının çalışan verimliliğini ne kadar arttırdığını da hesaplamış. Buna göre Türkiye’de 2008 – 2011 yılları arasında “reel maaş” %2,5 civarında artmış (size anlatılan hikayeleri unutun, gerçek maaş artışı budur) ancak karşılığında verimlilik hiç artmamış.

                                         Grafik 5 : Reel maaş artışı – Çalışan verimliliği artışı (Kırmızı nokta Türkiye – TKY)

Yine 2008 – 2011 yılları arasında Türkiye yaklaşık %4’lük bir çıktı artışını yine yaklaşık %4’lük bir istihdam artışıyla yakalamış. Yani istihdam açısından çalışan sayısı arttıkça çıktı miktarı 1 e 1 aynı oranda artıyor. Aşağıdaki grafik ise  diğer Avrupa ülkeleri ve İsrailin durumunu işaretliyor:

Grafik 6 : 2008 – 2011 Avrupa, İstihdam artışı – Çıktı artışı

Dikkatimizi yönelteceğimiz 3 ülkeyi işaretledim. İlki İsrail; oransal olarak 45 derece çizgisiyle Türkiye ile aynı performansı gösteriyor. Polonya ise nasıl becerdiyse istihdamı arttırmadan çıktı düzeyini arttırmış ki biz buna çalışan verimliliği diyoruz. Yunanistan ise kötü örnek olarak orada. Hem ciddi şekilde %3 işsizlik artışı var hem de işte kalanların verimi düşmüş. Bu veriler ışığında Türkiye’nin çalışan verimliliği açısından ilerleme kaydetmediğini, maaş artışının verimliliğe katkı sağlamadığını ve çıktı artışının verimlilik değil istihdam artışından kaynaklandığını söyleyebiliriz.

C) İş kurma kolaylığı:

Üçüncü sırada iş kurma destekleri / kolaylığı var. Doğal olarak hepimiz istiyoruz ki Türkiye’ye yani bizim şirketimize daha çok yatırım gelsin. Yeni iş kolları olsun. İstihdam, çıktı miktarı ve genel olarak ekonomimiz büyüsün. Bu konuda en iyi kaynak IFC ve Dünya bankasının ortak hazırladığı “Doing Business 2013” yani “İş yapma 2013” raporu. Rapor tek tek her ülke için, o ülkede iş yapmanın ne kadar masraflı olacağını çıkarmış. Yeni iş kurmak için istenen belgeler, maliyetler, elektrik ücretleri, yasal sınırlar, kredi destekleri, yatırımcı koruma kanunları gibi birçok parametre sonucu bir puan alıyorsunuz ve ülkenizde iş kurmanın, yürütmenin ve büyütmenin ne kadar kolay olduğunu görüyorsunuz:

Türkiye gördüğünüz gibi 71. sırada. İlk üç sırada Singapur, Çin’in Hong Kong bölgesi ve Yeni Zellanda var. Onu Amerika, Danimarka ve Norveç takip ediyor.

Bu parametreden görüyoruz ki, ağzımız daha çok iş ve yatırım dese de bürokrasimiz pek öyle düşünmüyor. Türkiye’de iş yapmak hala nispeten zor.

Belirleyiciler arasında ürünün müşteriye yakınlığını ve kaliteli/teknolojik olmasını da koymuştuk ama sanırım Türkiye için bunları değerlendirmeye gerek bile yok.

Aslında kalite seviyemizin oldukça iyi olduğunu kabul etmemiz gerek ama yenilik geliştirme ve Ar-Ge de o kadar gerideyiz ki, sürekli başkasının malını kaliteli yapmaktan öteye gidemiyoruz. Elde ettiğimiz çıktının değeri düşük kalıyor. Almanya bizimle hacmen ya da sayı olarak aynı ihracatı yapsa bizden 5-6 kat fazla kazanıyor. Çünkü ihraç malı değerli. Teknolojisinin ve kalitesinin, öyle olsa da olmasa da, üst düzey olduğu kabul ediliyor. Hepimiz bir Alman arabasına daha fazla ödemeye razıyız.

Şimdi yazının başında hiçbirimizin hoşuna gitmeyen cümleye geri dönelim.

Neden daha az kazanmak zorundayız?

Çünkü maalesef güzel ülkemin elinde hala ucuz işçilik, yetişmiş çalışan ordusu ve genç nüfus dışında bir koz yok. Bizim çalışanlarımıza sürekli daha fazla maaş ödememiz bu konudaki avantajımızı da elimizden alacak gibi görünüyor. Bugün bütün dünya şirketleri Çin devlet başkanını çok sevdikleri için oraya yatırım yapmıyor. Otomotiv sektörü de el işçiliği ve montajı Türklerin asaleti ve kahramanlıkları yüzünden ülkemizde tutmuyor. Keza Avrupa piyasasında bir çok yatırım için Polonya ve Çek Cumhuriyetinin seçilmesinin de rastlantı olmadığını biliyoruz.

Ucuz işçilik sürdürülebilir bir ekonomik koz değildir. Mutlaka ama mutlaka Türkiye’nin çıktı kalitesini arttırması gerekir. Burada bahsettiğim kalite, çıktının piyasa değeri ve marka değeridir.

Tespiti yaptık. Astık kestik. Bir sürü “-melidir” cümlesi de kurduk. Bu kadar yazı ve grafiği günlerce uğraşıp bir araya getirmemin nedeni aslında bunun bir adım ötesi. Aşağıdaki mesajları direk söylesem çok yalın olurdu. O yüzden eşek yüküyle giriş yazısı yazmış oldum:

Türkiye’nin elindeki çok kısıtlı öz kaynağını doğru projelere ve doğru kişilere bağlaması gerekiyor. Bunun için öncelikle Kobi ve Ar-Ge destekleri olmak üzere tüm yapı revize edilmeli, amaca uygun hale getirilmeli ve mutlaka ama mutlaka etkinliği takip edilmelidir.

Türkiye’de maaşının azlığından ve hayatın giderek daha da pahalılaştığından yakınan herkes tüm bunlara rağmen, kendi ülkesi için, verimliliğini arttırma çabasına girmelidir.

Para kaynaklarının siyasi rant için yakın olanlara değil, iş yapacak olanlara aktarılmasının formülleri düşünülmelidir. (Hafif bir gülümseme oldu nedense bunu yazınca)

Hadi artık Japonca ve İngilizde kısaltmaların büyülü dünyasından uyanıp, kendimize uygun doğru dürüst bir Kalite sistemi, iyi işleyen bir üretim sistematiği ve gerçekten zorunlu olduğunu bildiği ve kendisi de inandığı için verimini arttırmaya çalışan işçiler ordusu kuralım.

Yoksa maaşına zam isteyen çalışanına “iyi o zaman maaşına zam, işine son” diyen patronu karşımızda göreceğiz. Maaşlarımız artsa işimize son verecekler, işimiz olsa giderek daha da fakirleşeceğiz.

Kaynaklar:

http://www.doingbusiness.org/  “Doing Business 2013 Full Report”
http://www.ilo.org/global/lang–en/index.htm “Global Wage Report 2012/13 Wages and equitable growth”

Share this Post